http://www.haberturk.com/yazarlar/umur-talu/821630-aldirma-gonul-aldirma
Aldırma gönül, aldırma!
Ne kolay bir mutabakattır; linççinin arkasında ulusalcı, muhafazakâr, milliyetçi, demokrat vesaire toplaşmak.
“Teröre karşı” diye yırtınırken, “terörcü” olmak nasıl bir şeydir.
“Bölücülüğe karşı” diye bağırırken, “bölücü” olmak böyle bir şeydir.
Karadeniz bu değildir ki, budur demek nasıl bir ihanettir halkına, tarihine, denizine, karasına, yeşiline.
Hele hele…
Ezilen, hor görülen, kimliği kişiliği aşağılanan, maddi-manevi şiddet gören sivil-asker, genç-yaşlı nice insanın; başkalarını ezmek, yok etmek üzere fiziken veya tezahüratla saflara koşturması hangi aklın, vicdanın gururudur.
***
Orada kıstırdığınız, ister Kürt ister Türk, (o milletvekillerinin dörtte üçü Kürt değil!)… ister Türk ister Kürt, halkın temsilcilerinden.
Sözde darbelere karşı laflar ederek demokrat olan milliyetçi-ulusalcı-muhafazakâr bir gelenek, ama elbette böyle insanların çoğu filan değildir (diye ummak lazım); askeri darbelerin en bayıldığı ön hazırlıklardan, linçe (Maraş’ta, Çorum’da katliam) koşturuveriyor.
(Bakınız buradaki üçüncü yazı: Bir de ön açmaya bak)
Protesto, gösteri hakkı başka… Linç azmi bambaşka bir şey.
***
Gözünü sevdiğimin Sinop’u.
Karadeniz’in kadim burnu.
Diyojen’in ruhu.
Gençler bilir, bilmez.. Bir ucu, Sinop zindanı, nice sosyalisti, solcuyu, sağdan muhalifi, nice yazarı, Mustafa Suphi’yi, Ruhi Su’yu, Sabahattin Ali’yi, Zekeriya Sertel’i de kıstırmıştı.
İster Edip Akbayram’dan dinle, ister Ebru Gündeş’ten…
“Aldırma gönül, aldırma” orada doğdu Gönül!
Hoş, sorarsan sonra onlara ne oldu, diye…
Mustafa Suphi’yi Karadeniz’de boğdurdular.
Sabahattin Ali’yi Trakya’da öldürttüler.
Zekeriya Sertel’in matbaasını linç ettiler!
Su’nun sazına, sözüne tahammül edemediler de, yurtdışına tedaviye gitmesin de fazla yaşamasın istediler.
Bu miras mıdır, Gözüm
Gözüm, bu miras mıdır!
***
O güzelliğinin içine, zindan-kalenin bir ötesine bir de ABD üssü kondurmuşlardı, ki zindanın manası katmerli olsun.
A milliyetçi, ulusalcı biraderim…
Amerikan üssünü kondurup hiç toz kondurmayanlar ne Suphi idi, ne Ali, ne Su.
Ne Tüzel idi, ne Önder, ne de Kürkçü!
Hoş “Tuslog sayesinde” nice Sinoplunun müreffeh hayatı da oldu; ama hep derler ki, nice Sinoplu da tarımı, toprağı unuttu, kuruttu.
Yanılıp da Radar’a yapışan kuşlar gibi.
İşte Radar oradayken, bir Radar da az ileride, Ünye’deydi ya…
Bak, işte o hep karşı olduğunuz darbelerden 12 Mart.
Üç fidan, silahsız, cinayetsiz üç genç idam yolunda; idam edilmiş Menderes’in varisi, halefi sayılan, darbeyle sinmiş Demirel AP’sinin emir-komuta parmakları havada.
“Mahir ve arkadaşları” Denizler’i idamdan kurtarmak için bir Sinop’ta bir Ünye’de.
Tam 41 yıl önce. O darbenin birinci yılında.
O sıra Ziverbey’de, İlhan Selçuk dahil, nice ismi işkenceden geçiren darbe.
Radardan rehineler ve gruptan, Başbakan’ın geçen okuduğu şiirdeki Kızıldere’deki baskın ve katliamdan tek sağ kalan Kürkçü idi.
Şimdi diyorsun ki mesela, 41 yıl sonra, o kadar yılın yarısı yaşındakilerle biz bu adamı bir de linç edelim.
Hadi be Gönül!
***
Hüseyin Çelik, anında doğru bir açıklama yaptı:
“Herkesin her yerde siyasi faaliyet hakkı vardır” diye.
Elbette öyle. Karadeniz’de de, Güneydoğu’da da.
Ama “Barış ve İmralı süreci” diye harekete geçmiş iktidar; “güvenliği”nden de sorumlu.
İstedi mi çevik müdahale eden, ama yeri geldi mi “toplum psikolojisi”ni dikkate alan polis, jandarmadan da sorumlu.
Bir de…
Madem ki bu sürecin esas aktörüdür hükümet ve Başbakan; her türlü provokasyon ve tuzağın ardındaki “Ön açıcı güçler”den ve onlarla mücadeleden de sorumlu.
O yüzden “Barış, hukuktur” deyip duruyoruz.
Kimseyi dışında bırakmayan, hayatın koyusu ve nefretin kuyusuyla mücadele eden; sürekli düşman üretmeyen, devamlı mağdur yaratmayan, adal
eti mahkemeden muhakemeye hissettiren hukuk
***
Yoksa Sinop gönüldür, şiirdir, denizdir, gökyüzüdür; bir zindan bile akla, vicdana uzanmış bir umut burnudur:
Başın öne eğilmesin… Ağladığın duyulmasın…
Dışarda deli dalgalar… Gelir duvarları yalar… Seni bu sesler oyalar…
Görmek istersen denizi… Yukarıya çevir yüzü… Deniz gibidir gökyüzü…
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma!
Seferberlik!
Umur Abi merhaba. Şu yeni disiplin yasası onaylanır onaylanmaz, emir bizimkilere düşer düşmez, başladılar astlara savunma isteme yazıları göndermeye. Personel kısmı bu ara sadece bu işi yapıyor. Kişilerin egolarını tatmine dönük şu kanun konusunda yazıları heyecanla bekliyorum.
Bu neyin kini?
“Sayın Umur Bey, Bir mağduriyeti ve sıkıntımı sizinle paylaşmak İstiyorum. Umarım bu soruna yetkililer genel manada çözüm odaklı yaklaşır.
23 yıllık astsubayım. Mezun olduğumda 17 yaşında idim. Kaza-i rüşt kararı aldırarak memuriyete başladım. Kıtaya çıktıktan 3 ay sonra bir üstümle yaşadığım tartışma yüzünden bölük komutanı tarafından, üste hakaret suçlaması ile askeri mahkemeye verildim.
Bölük komutanı askeri hakimi arayarak mutlaka ceza alsın, diğer astsubaylara ibret olsun, gözleri korksun, en azından devre kaybedecek kadar ceza alsın ricasında bulunmuş.
Meslektaşı hakim subay da başka bir subayı kırmayarak, bana 17 yaşında iken 3 gün infazı ile bir gün ceza verdi.
Ceza devre kaybetmeme yetti.
Geçen 23 yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nde defalarca sicil affı, genel af, özel aflar çıkarıldı. Tamamında TSK hariç tutuldu.
Devlet herkesi affetti, 17 yaşındaki Mehmet’i asla affetmedi.
Soruyorum. Bu neyin kini!
Kimi üste sesini yükseltmek ya da gözlerine sevgi ile bakmamak tüm suçlardan daha mı ağır?
Acaba devlet neden 17 yaşındaki Mehmet’i affetmez?..
Mesleğinde önündeki bütün kapıları kapatır, subaylık sınavı, yabancı dil kursu, yüksek lisans kıdemi vs, hiçbirine müracaat bile ettirmez!
Ne bitmez suçum varmış benim.
Hukukta bir suça bir ceza olur, ben bir suç için 23 yıldır her gün cezalandırılıyorum.
Bu nasıl adalet!
17 yaşındaki delikanlıyı devlet ne zaman affedecek, bunu sormak istiyorum!
Çıkarılacak memur sicil aflarına TSK personeli de en azından 5 ya da 10 yılda bir dahil edilse…