Uyusun da büyüsün!

Haberlere ve iddialara ve elbette şimdi “araştırılanlar”a bakınca şunu anlıyoruz:

Yayın yasağı Reyhanlı patlamalarından önce başlamış!

Çünkü onca Mobese kamerası kapanmış.

Böylece istihbaratı bile yapılan ve “geliyorum” diyen hain saldırıların gelişine bir nevi yayın yasağı konmuş.

Sansür demek böyle bir şey.

Çok da iyi bir insan olan kıdemli bir gazeteci dostumuz vardı. (Uzun ömürler dilerim, hala var, tabii)

İstihbarat servisinde çalışırdı.

Sabah Emniyet, karakol arardı ve sorardı:

Olması muhtemel bir olay var mı?

Kameraların, cep telefonlarının, internetin olmadığı bir devirde bir gazetecinin, biraz mizahi gibi olsa dahi, istihbarat çalışması buydu yani!

Oysa olması kesin olayların bile, Dink Suikastı, Zirve katliamı, Reyhanlı gibi istihbarat zaafı, ihmal veya neredeyse kasıtla atlanabildiği…

Olmuş olayların ise sansürlenebildiği zamanları da idrak ediyoruz.

O yüzden, eksik hakikatin bir yanından o bir yanından şu çekiştirebilir.

Kimi katliamın suçlularını, kimi linç iddialarını alt alta dizebilir…

Ama kamera görüntüleri şey olmuş!

Danıştay cinayetindeki “OYAK kameraları” da tam o gün arızalanmamış mıydı?

İstihbarat, emniyet vesaire koordinasyon zaafları araştırılıyor…

Uludere katliamında da sonuç oraya bağlanmıştı ya…

İşte şimdi de araştırılıyor…

Fakat bunu, patlamadan sonra doğup parçalanan babasının adını paramparça miras gibi üstlenen bebeğe nasıl anlatacağız?

Yürümesini mi bekleyeceğiz, büyümesini mi?

Yoksa henüz konuşamadan, uyusun da öyle büyüsün diye resmi ninni mi söyleyeceğiz?

Haftalık 70 liraya işe başlayıp hayata sarılmaya çalışan Fatma’ya nasıl anlatacağız?

Neyse ki protesto edilince suyumuz da var, gazımız da copumuz da.

Yüzümüz bile var! 


Hayattan soğutma suçu! 

Ve onlara, eşini vurup intihar eden Ayhan Özarslan…

Derken yine Ankara’da Musa Tunç eklendi.

Üç haftada altı astsubay intiharı; dördü artık yaşamıyor.

Ölümle bitmeyen, silahla vuku bulmayan kimi vaka ise duyulmuyor bile.

İntihar eden asker sayısı, “savaş süreci”nde bile şehit sayısını aşan; “barış süreci”nde ise kendini yok etmeye devam eden sıvasız hane çocuklarından bir ordu! 

***  

Ahmet Serkan Keskin 11 yıllık astsubaydı. 1.5 yaşında evladı vardı.

Antalya’da beylik tabancasını, mengenede sıkışmış şakağına dayadı.

Ordunun kast altından Ordu’nun toprak altına yollanıp köyünün kabristanlığına uzandı.

 “Maliye” astsubayın neden intihar ettiği araştırılıyor!

Güneydoğu’da görevli başka bir “Maliye” astsubayın neden intihara koştuğunu ise babası araştırmış.

“Lütfen yazın” diye yeni yolladı mektubunu.

“Oğlum 10 yıllık astsubay. 43 takdiri, iki şerit rozeti var. Amiri haksız tazminat almak için oğluma imza attırmaya çalıştı. Oğlum direndi. O da botun boyasız diye ceza vermeye kalkıştı. Meslekten attırırım diye gözdağı verdi. Yeni Disiplin Kanunu’nu oku dedi. Bak orada bana ne yetkiler verilmiş dedi. Oğlum imzalamak zorunda kaldı. Korkuyla, baskıyla. Maliyeci olduğu için bunu imzaladı, tazminatı komutanı aldı. Sonra yine psikolojik baskılar.

Oğlum iki gün önce, psikiyatri polikliniğinden aldığı ilaçların hepsini içti. Kendini öldürmek istedi.

Duyar duymaz hastaneye koştuk. Oğlum ne oldu sana deyince ağlayarak her şeyi anlattı.

Komutanı şikayet ettiğini, onun seni meslekten atacağım demesiyle stresi atamadığını söyledi.

İki çocuğu var. Torunlarım yetim kalmasın. Lütfen yayınlayın.” 

***  

Araştırmalar hep sürüyor…

“Ortam”a, baskı, hiddet, şiddet, tahakküm, esaret, hakaret, köleleştirmeye pek uğramadan.

Askerleri hayattan soğutma suçu işleyen amirleri, emirleri araştıracaklarına, vicdani reddi de ezmek için, “Halkı askerlikten soğutma suçuna ceza” tahkim ediliyor.

Cumhuriyetçilik, demokratlık ve “en güvenilir kurum… kutsal Mehmetçik” palavralarının en çıplak kaldığı mevzuların başında bu mesele.

Kimi cumhuriyetçi ve demokrat da, nice muhafazakâr, milliyetçi, ulusalcı da, solculukla paşacı darbeciliği karıştıran da bu hakikate mayın döşer.

O mayınlı arazide onca sıvasız hane çocuğu tabancayı şakağına, tüfeği çenesine dayar, ilacı ağzına boşaltır, ipi boynuna dolar işte!